Ben Hasan'ın Bağışıklık Sistemiyim

Hasan!.. Önce sana temel bir düsturdan bahsedeyim. Herhangi bir eseri vücuda getirmek için, ilim, irade ve kudret gerektir biliyorsun. Hiçbir sanatlı varlık yoktur ki, onun üzerinde Sanatkârının mührü veya izi, işâreti bulunmasın. Konuya hemen gireceğim, ancak hazırlık olması için ifade etmem gereken husus şudur: Bir eseri yapmak veya ortaya koymak için ilim ve kudrete ne kadar ihtiyaç varsa, o eseri; parçalanmadan, bozulmadan ve yok olmadan korumak da o kadar önemlidir. Günlerce emek verip, göz nuru döktüğünüz bir eseri; kurda kuşa yem olacak, çürüyecek, kırılacak veya parçalanacak şekilde kötü bir vaziyette bırakamazsınız. Yapmış olduğunuz eseri korumak için her türlü tedbiri alırsınız, çalınmaması için çelik kasalarda saklar; ışık, sıcaklık ve rüzgâr gibi sebeplerle yıpranmaması için gizlersiniz, gerekirse ilâçlarsınız, soğuk ve kapalı ortamlarda muhafaza edersiniz. Aynen öyle de, her biri bir sanat eseri olan canlıların mükemmel bir yaratılışa sahip olan vücut saraylarını korumak için de, çok hassas ve müthiş organizasyona sahip olan benim gibi bir muhafız taburuna ihtiyaçları vardır.



Immün sistem veya bağışıklık sistemi adını verdiğiniz ben, yani senin muhafız taburun, kendi içimde hususî uzmanlık sahalarına sahip bölüklere ve takımlara ayrılmışım. Tıpkı bir askerî teşkilat gibi, her bir grubumun; kendine ait müdafaa işini hakkıyla yerine getirebilmesi için, daha hayata başlarken, kısmen veya tamamen eğitilmiş olarak sisteme dahil olması gerekir. Muhafız taburu olarak sahip olduğum askerlerimin ihtisas sahalarına göre yaptıkları işler de çeşit çeşittir. Kimisi, ağır silahlarla techiz edilmiş olup, düşmanı bomba ve mermilerle öldürür; kimisi düşmanın cinsine göre hususî zehirler üretir ve bu zehirleri düşmanın içine enjekte ederek öldürür; kimisi ölmüş düşman leşleri kokup ortalığı kirletmesin diye çöp fabrikası gibi çalışarak bu leşleri öğütüp parçalar; kimisi de içinde yaşadığı vücut sarayına saldıran düşmanları hırslı bir şekilde canlı canlı yutarak yer. Bazısı silahlanma için ham madde üretir, bazısı bu ham maddeyi silaha çevirir, bazısı istihkâm, bazısı levazım, bazısı muhabereci, bazısı özel komando timi olarak çalışırken, bazısı da kendilerine verilmiş olan çok güçlü hafızalarıyla düşmanlarını bir kere tanıdıktan sonra hiç unutmaz. Bilgi merkezi gibi çalışan bu sistemdeki askerler, saraya kaçak olarak girmiş tehlikeli olabilecek düşmanları kontrolden geçirerek, hemen onlara karşı nasıl bir sistemle karşı çıkılacağını, yani harb stratejisini belirlemek için o düşmanın eski dosyalarını ortaya çıkarır. Çünkü düşman tanınırsa müdafaa daha kolay olacaktır.

Şimdi bu benzetmeden yola çıkarak, düşmanlarından ve bunlara karşı vücuduna yerleştirilmiş askerlerimin ihtisaslarından kısaca bahsedeyim. Ama bir taraftan da sana yine bir ikaz da bulunmadan edemeyeceğim. Biliyorsun ki her ordunun ve askerî birliğin, kendi büyüklüğü ve hiyerarşideki yerine uygun bir komutanı vardır. Her komutanın bir üstü ve bir de astı vardır. Böylece emir-komuta içinde işler aksamadan yürütülür. Senin vücuduna da benim gibi çok mükemmel bir orduyu yerleştiren, ilmi ve kudreti sonsuz, kendinden daha büyüğü olmayan, hiç kimseden emir ve talimat almayan bir Zât vardır ki, işte O, Rabbimiz ve Yaratıcımız olan Allah (cc)'dır. Senin hayatın boyunca ne gibi düşmanlarla karşılaşacağını bildiğinden, bu düşmanlarınla harb edebilmen için askerî teşkilatımla birlikte beni yaratmış.

Vücudunun düşmanları, dışarıdan çeşitli yollarla (sindirim, solunum, boşaltım veya deri yollarıyla) bünyeye dahil olan mikroplardır. Mikrop dendiğinde aklına çok çeşitli canlı türü gelmelidir. Bunların bazısı bakteri, bazısı mantar, bazısı da virüslerdir. Bu mikropların her birine ait hususî taktiklerle mücadele edilmesi gerekir ve askerlerim bu hususlarda çok mahirdirler. Dışarıdan gelen mikroplara karşı her zaman uyanık olmak mecburiyetindeyim! Haydi dışarıdan gelenler neyse, onlar zaten düşman, fakat bir de kendi vücuduna ait hücrelerinin bazısı birdenbire teröriste dönüşerek sistemi bozmaya ve zararlı olmaya başlıyor ki, siz onlara kanser hücresi diyorsunuz. İşte bu kanser hücreleriyle baş etmekte oldukça zorlanıyorum, çünkü bunlar senin kendine ait hücrelerin olduğundan, taktiklerimizi de biliyorlar, ama biiznillah onların da hakkından geliyoruz. Ancak beni zayıf düşürecek stres ve aşırı üzüntü gibi hâllerin uzun sürerse, bu kanserli hücrelerin bazılarını kaçırabilirim, onlar da büyüyüp tümör olmaya başlarlar. Kanserli hücreler aslında tahmininden çok daha fazla sayıda meydana geliyor. Fakat askerlerim bir an bile boş durmadan devamlı olarak yeni meydana gelen her hücreyi sorgulayarak, onun normal olup olmadığına bakarlar. Şayet kanserleşmiş bir terörist hücreyi yakalarlarsa, hemen onun hesabını görürler. Buna rağmen bazı kanserli hücreler tanınmamak için tıpkı koyun postu giymiş kurtlar gibi gezerler. Bu münasebetle devriye gezen askerlerim, hücrelerin zarına bakıp dıştan kontrol ederek karar verdikleri için bazen aldanabilirler. İster mikrop, ister kanser hücresi olsun, zarlarında tanınmalarını sağlayan özel şifreli proteinler vardır. Bu şifreli molekülleri taşıyan, vücuduna ait kardeşimiz olan hücreleri dokunmadan salarız. Fakat dışarıdan girmiş yabancılar bu parolayı bilemediklerinden hemen yakalanıp bertaraf edilirler. Kanser gibi hastalıklarda ise; hücreler parolayı bildikleri için bizim devriyelerimizi atlatabilirler. Bazen de tam aksi olur. Askerlerim bozulurlar; kendi kardeşleri olan diğer vücut hücrelerini üzerlerindeki doğru şifreye rağmen tanımaz, onları düşman kabul edip saldırırlar. Otoimmün hastalıklar denilen bu durum oldukça karışık bir mekânizma ile ortaya çıktığı için sebebini ben de pek kavrayamadım. Meselâ romatoid artrit gibi daha birçok tedavisi zor ve pek de mümkün olmayan süründürücü hastalıklarda; askerlerim birlikte yaşadıkları vücudun kıkırdak, kalb kası, göz merceği veya böbrek tüpçükleri gibi dokularına karşı saldırıya geçerek onları yıkıma uğratırlar. Aslında biz bütün bir sistem olarak yaratıldığımızda (sen henüz ana karnında bir embriyon hâlinde iken); bazı askerlerim, sistem adına bir antlaşma yaparak vücudunun diğer hücrelerine karşı bir hoşgörü sürecine girdiklerini, onlarla dost olarak kalacaklarını, sadece düşmanlara karşı saldıracaklarını bildirirler. Fakat daha sonra nasıl oluyorsa bu antlaşma bozuluyor, askerlerime söz geçiremiyorum. Dolayısıyla otoimmün hastalıklarla insanların tadını kaçırıyorum. Neyse hastalık muhabbeti ile huzurunu kaçırmayayım da, muhafız taburuma ait bölük ve takımlara dahil askerler kendilerini tanıtsınlar:

En geniş mânâda hepimize birden akyuvarlar veya lökosit(leucocyt)'ler denilir; kanın içinde ortalama olarak 1 mm küpte 6000-7000 kadar bulunuruz. Kanının diğer hücreleri olan alyuvarlar (erythrocyt) kırmızı renkte olduğundan, bize akyuvarlar denilmiştir. Kan damarlarının kılcalları vücudun en ücra köşesine bile ulaştığı için bizler de bu kan damarlarını kullanarak bütün vücudu dolaşır ve kendimize iş ararız. Tabiî ki herkes her işi yapmaz. Bizler önce iki bölüğe ayrılırız. Birinci bölüktekilerin hücrelerinin içinde özel tanecikler olduğu için, bunlara tanecikli akyuvarlar (granüler leucocyt) denir. İkinci bölüktekilerin içinde ise böyle tanecikler olmadığından, bunlara taneciksiz akyuvarlar (agranüler leucocyt) denir. Bu bölükler de kendi içinde takımlara ayrılır. Birinci bölüğün takımları üç tane olup bunlar nötrofiller, eosinofiller ve basofillerdir. İkinci bölüğün ise monositler ve lenfositler olmak üzere iki takımı vardır.



En kalabalık takım olan (akyuvarların % 65-70 kadarı) nötrophiller, amip gibi ayak çıkararak hareket eden hücreler olduğu için, mikrobun bulunduğu yere doğru yaklaşıp onu yiyip yutabilirler (fagositoz). İçinde bulunan taneciklerin taşıdığı sindirim enzimleri de bu yutulan mikrobu parçalayarak sindirir. Bu askerlerin sayısı herhangi bir enfeksiyon sırasında artar. Bu askerlerin mikropları hissetmesi, onları bulup sarması ve içine alıp yemesi, Yaratıcımızın apaçık bir mucizesidir. Fizyologlarınız bu hâdiseye kemotaksi deyip işin içinden çıkıyorlar. İsim vermekle meseleyi hallettik zannediyorlar. Halbuki kemotaksi veya kimyevî maddeye karşı yönelme, işin sadece görünen sebep boyutudur; bu maddî sebepleri keşfetmek, arka plândaki şefkat, merhamet, ilâhî hikmetler, muhteşem ilim ve kudret gibi tefekkür tablolarını inkâr etmemizi gerektirmez.

Eosinophiller: Muhafız taburunun % 12'sini teşkil eden bu askerlerimin vazifelerini tam olarak bilmiyorsunuz. Ancak vücuduna giren yabancı proteinlere cevap olarak ortaya çıkan alerjilerde ve parazitlerin sebep olduğu hastalıklarda bu askerlerimin sayısı artar. Yabancı maddeye (antijen) karşı üretilen antikorun tesirini tamamlar; yabancı cisme reaksiyon olarak ortaya çıkan histamin gibi bazı kimyevî maddelerin (kaşıntı, kızarma ve şişme gibi belirtilerle kendini gösteren) tesirini kısıtlar.

Sayıları en az olan basophillerin bütün asker mevcudiyeti içindeki nispeti % 0,5'tir. İyileşme dönemindeki yaralarda ve kronik iltihaplı olan bölgelerde en çok bu askerlerim bulunurlar. Bunların içindeki tanecikler heparin ve histamin isimli çok önemli iki madde ihtiva eder. Histamin kan damarlarının genişlemesini ve sistemimdeki aktif maddelerin damar duvarından dışarı çıkmasını hızlandırmaya ve yara bölgesine ulaşmasına yardımcı olur. Heparin ise, kanın pıhtılaşıp kan damarlarını tıkamamasını sağlar.

İkinci bölükten olan monositler, askerlerimin en irileri gelenlerinden olup, % 3-9'unu teşkîl ederler. Önceki askerlerim kemik iliğinde doğup yetiştikleri halde bunlar retiküloendotelial sistem denilen karaciğer, dalak ve timus gibi lenfoid (lenf üretici) organlarda meydana gelirler. Çok güçlü yiyici olan bu hücreler, önlerine gelen yabancı madde parçacıklarını (antijenleri) ve yaşlanmış, artık zor vazife yapan alyuvarları hemen içine alarak yerler ve ortalığı temizlerler. Monositlerim hareketli hücreler olup, mikropların peşine düşerek, damar dışına çıkar, dokular aralarına girebilir. Çok obur olan bu hücreler damar dışında makrofaj adını alırlar. Bunlar belirli bir antijeni değil, çok çeşitli antijenleri yiyip yutma kabiliyetlerinin yanı sıra, antijenlere karşı lenfositlerin uyarılma hassasiyetini artırırlar

Askerlerim içinde hususî eğitimden geçerek, bir çok konuda ihtisaslaşmış olanlar bu ikinci bölükten olan lenfositler takımıdır. Askerlerimin % 20-25'ini teşkil edecek miktarda bulunurlar. Bu askerlerim üzerinde bulunan dedektörler yardımıyla mikropları ve antijen adı verilen diğer yabancı maddeleri tesbit edip bağlar, vücuttan uzaklaştırılmasını temin ederler. Her askerin belli bir antijeni tanıyan dedektörü vardır. Dolayısıyla kanında her biri farklı ve eşi olmayan milyonlarca lenfosit askerim bulunmaktadır; karşılaştığın hangi çeşit mikrobun antijeni olursa olsun, muhakkak onu tanıyıp yakalayan bir lenfosit çıkar. Bu askerler ilk bakışta dış görünüşlerine göre küçük, orta ve büyük lenfositler olmak üzere üç grupta mütalâa edilebilirler, fakat bunların her birinin kendi içinde özel uzmanlık sahaları vardır. Bir de cepheye sürülmeden önceki olgunlaşma ve eğitim görme süreçlerine göre B lenfositleri, T lenfositleri şeklinde ikiye ayırabiliriz. Her ikisi de kemik iliğindeki kök hücrelerinden neşet ettiği halde, T lenfositleri kan vasıtasıyla dalak, karaciğer ve bademcik gibi diğer lenf dokularına gitmeden önce timus'da olgunlaşır (timus göğüste bulunan bir bezdir, bir önceki dersimizde 'İç Salgı Sistemi'nde biraz kendisinden bahsetmişti). B lenfositleri ise kemik iliğinde olgunlaşır; doğrudan doğruya bademcikler, apandist, dalak ve diğer lenf dokularına gider. T lenfositleri timusta olgunlaşırken farklı hasletler kazanırlar. Kimisi yardımcı T hücresi, kimisi katil T hücresi, kimisi de engelleyici T hücresi şeklinde iş bölümü yaparlar. Kendisine uygun bir antijene rastgeldiğinde uyarılan bir yardımcı T hücresi, B hücrelerinin antikor üretmesini sağlayan lenfokinleri salgılar. Bunlardan interleukin-2 mikrop bulaşmış (bilhassa virüs) hücrelere bağlanan ve onları öldüren katil T hücrelerini harekete geçirir. Katil T hücreleri doğrudan bir antijene bağlanmaz. Mikrop bulaşmış hücrelere önceden bağlanan antikorlarla birleştikten sonra hastalıklı hücrenin ölmesine yol açan bir madde salgılar. T hücrelerinin ortalama ömürleri 2-4 yıldır; bazılarının ise 10 yıldan fazladır. T lenfositlerinin yabancılara karşı olan saldırmasının bir de bugün için istenmeyen bir yönü vardır. Herhangi bir sebepten dolayı vücuduna yabancı bir organ (meselâ, böbrek veya kalb) nakledilen hastanın vücudundaki T lenfositler, hemen bu yabancı organa saldırırlar. Vücudun, bu yabancı böbrek veya kalbe ihtiyacı olduğunu bu akılsız askerler bilemezler, dolayısıyla "vücudun organı reddetmesi" veya "doku uyuşmazlığı" dediğimiz tablo ortaya çıkar. Kanser hücrelerini yok etmek için nasıl saldırıyorlarsa, aynı şekilde bu yabancı organa da saldırarak onu kullanılmaz hâle getirirler. Bu yüzden immünologlarınız durmadan bu askerleri istedikleri zaman durdurabilecekleri yeni ilâçlar arıyorlar.

B lenfositleri de, hassas oldukları bir antijenle karşılaştıklarında, "birlikten kuvvet doğar misali" hızla çoğalarak birbiriyle aynı özelliklere sahip hücrelerden ibaret bir küme teşkil ederler. Bu kümedeki hücrelerin her biri, immünoglobulin olarak isimlendirdiğiniz, ilgili antijeni tesirsiz hâle getiren bir antikor oluşturur. Antikor üretimi mikroplar tamamen ortadan kalkana kadar birkaç gün sürer. Hafıza hücreleri adı verilen bazı B hücrelerim ise antikorların salınmasını değil, çoğalmasını uyarır. Böylece herhangi bir mikroba ait antijen yeniden ortaya çıktığında otomatik olarak tekrar antikor salgılanmaya başlar. Küçük yaşlarda çok fazla hasta olduğun hâlde, büyüdükçe daha az hastalanmanın sebebi; bu hafıza hücreleri mikropları tanıdığından, daha mikrop vücuduna girer girmez, seni yatağa düşürmeden derhal mücadeleye başlarlar. Her mikroba karşı değişik hafızada tutma süreleri vardır. Meselâ kızamık mikrobunu bir kere tanıdı mı, artık onu hiç unutmazlar. Bu askerler kendileri ölürken de hafızalarındaki mikropların şifrelerini yeni meydana gelen askerlere devrederler. Bazı mikroplara karşı zayıflatılmış antijenlerden ibaret olan aşıların kullanılması sayesinde de birçok hastalığa karşı farklı sürelerde bağışıklık kazanırsın. Sevgili Hasan, sen bir mikrobu tanıyıp haberdar olamazken, Yaratıcımızın sonsuz merhametiyle kanına yerleştirdiği bu hafıza hücreleri nasıl oluyor da, yıllar önce gördüğü bir mikrobu hatırlayıp hemen silah üretmeye başlıyor? Akıl ve şuurdan mahrum bu hücreler, kimin ilmi ve iradesiyle hareket ediyor?

Lenfositlerin belirli bölgelerdeki yapım merkezleri olan lenf düğümlerini, değişik büyüklükteki askerî karakollara veya garnizonlara benzetebilirsin. Lenfositler, en çok da mikroplara maruz kalabilecek yerler olan sindirim borusu, solunum yolları veya idrar kesesinin içini döşeyen epitelin altında bulunan küçük lenf dokusu topluluklarında üretilir. Bakterilerden kaynaklanan bir enfeksiyon sebebiyle iltihaplanan lenf düğümleri 1-2 cm'ye kadar büyüyebilir. Bütün vücudu bir ağ gibi saran lenf dolaşımı sayesinde lenfositler vücudunun hangi köşesinde bir mikrop varsa oraya ulaşabilir. Lenf damarları boyunca yayılan lenf düğümlerinden başka ense, kasık ve koltukaltı gibi belli bölgelerde lenf düğümü kümeleri de bulunur. Şayet üst solunum yollarından mikrop almışsan, önce bademciklerin ve boyun bölgesindeki lenf düğümleri şişer. İdrar yollarından enfeksiyon kapmışsan, bu sefer de, kasık bölgesindeki düğümler şişer. Sindirim kanalındaki mikroplara karşı da, apandistin içindeki lenfositlerin mücadeleye katılması söz konusudur. Bazı evrimciler, Yaratıcımızın hikmetli iş yaptığını bilmediğinden, kör bağırsağın bir uzantısı olan bu organın "körelmiş bir bağırsak parçası" olduğunu, ileride tamamen ortadan kalkacağını iddia ediyorlar. Zavallılar, bilmiyorlar ki, Rabbim boşuna hiç bir organ yaratmaz? Apandist de, bademcikler de normal şartlarda lenfosit üreten faydalı organlardır; işe yaramaz veya kalıntı değillerdir. Bu yüzden hiç gereği yokken alınmaları doğru değildir. Ama hani bir atasözü vardır: Yiyecekleri kokmaması için tuzlarız, ya tuz kokarsa ne yaparız? O tuzu atarız. Aynen bunun gibi de, bazı immün sistemi zayıf olan bünyelerde lenfosit üretimi zayıf kalıp, buralar mikrop yuvası olunca, tabiî ki almak gerekir.

Bağışıklık sisteminin askerlerinden başka; vücudunun farklı silahlar kullanan, çeşitli organlara ait hususî korunma yolları da vardır. Bunların askerleri yoktur; tabiri caizse, sivil savunma gibi teşkilatlar vardır. Meselâ, mikropların girmesine karşı fıtrî bir mânia olan deri; ağız içi ve burun yollarını döşeyen mukozamsı zarlar (sümüksü madde); virüslere karşı hücrelerin ürettiği bir madde olan interferon; gözyaşında ve terinin içinde bulunan antibakteriyel bir madde olan lizozim bunların başlıcalarıdır. Dolayısıyla terlemek, ağlamak ve burnu akmak, utanılacak şeyler değil; mikroplardan korunmak için Rabbimizin sana verdiği fıtrî koruyucu sistemlerdir.

Sevgili Hasan, galiba biraz uzattım. Hakkını helâl et. Aslında pekçok yönüm fazla idrâk edilemediği için, dahasını açamadım. Neticede bütün hastalıkların ve çoğu ölümlerin temelinde, sebepler açısından benimle ilgili aksaklıklar ve arızalar gizli. Birçok askerimin yaptığı işlerin biyokimyevî süreçleri henüz tam olarak da bilinmiyor. Bunlar aydınlatılırsa, nispeten daha birçok hastalığın tedavisinde muvaffak olunabilir. Lâkin çok da ümitlenme, eninde sonunda mukadder olan sonla karşılaşacaksın. Yaratılmışlar için ölümsüzlük söz konusu değil, muhakkak bir aksaklık ortaya çıkacak ve misafir olduğun bu dünyadan ayrılacaksın. Bu sebeple, üzerindeki sanat eserlerini tefekkür ederek gidersen, zannederim kendini geliştirdiğin nispette, öbür âlemde bütün bu sanatlı işleyişlerin ve merak ettiğin sırların içyüzünü görebilirsin. Tabiî ki ecel gizli. Onun için sen sana hediye edilmiş organ ve sistemlerin hakkını vermeyi, yani helâl dairede yaşamayı, Kudreti Sonsuz'a şükretmeyi, Onu tesbih ve takdis etmeyi sakın unutma! Haydi selâmetle.. muhafız taburunla sağlıcakla kal!