Ben Hasan'ın Gözüyüm

Sevgili Hasan! Sana birer emanet olarak verilmiş olan organların, uzun zamandır sana kendilerini anlatıyorlar. Dikkat edersen baştan beri kalb, mide, bağırsak, böbrek, akciğer ve pankreas gibi üzerlerindeki muhteşem sanatları gösteren arkadaşlarımın hepsi senin gövdenin içindeki boşluklara yerleştirilmiş olan organlardı. Onları küçük gördüğüm zannedilmesin, hepsi de senin hayatını arızasız sürdürmen için vazifelendirilmiş muhteşem organlardı, ama hem modern fizyoloji, hem de Ortaçağ'daki meşhur tıp âlimlerince bu organların yaptığı işlere nebatî fonksiyonlar denilmiştir. Biraz daha açacak olursam, bu organların yürüttüğü işler temel olarak bitkilerde de bulunan ve yapılan fonksiyonlardır.
Sindirim, solunum, dolaşım ve boşaltım gibi hayatın devamı için lüzumlu olan bu dört temel fonksiyon bitkilerde de vardır, ancak farklı organlarla yapılır. Bu fonksiyonlar olmazsa canlılık veya hayat dediğimiz cevher (öz) kaybolur ve ölüm ortaya çıkar. Bitkilerle ortak olan bu özelliklerden dolayı gövdende bulunan organların yaptığı bu fonksiyonlara nebatî fonksiyonlar denir. Bu dört fonksiyon (sindirim, dolaşım, solunum ve boşaltım) çalışıyorsa o canlı varlık hayattadır demektir. Ancak bu, bitki seviyesinde bir hayattır. Hayvanların hayat seviyesine çıkabilmek için bu nebatî fonksiyonlara ilâve olarak; duyu, sinir ve hareket fonksiyonlarından ibaret olan hayvanî fonksiyonlar gerekir.

Bu fonksiyonlar olmazsa canlı, bitki mertebesindedir. Bazen haberlerde okur veya görürsün "....sonucunda filan şahıs bitkisel hayata girmiştir....", burada bitkisel hayata girmekten kastedilen şey, o şahsın hayvanî fonksiyonlarını kaybettiğidir, yani duyu organları, sinir sistemi ve hareket fonksiyonlarını kaybetmiş, bitki gibi hareketsiz bir durumda, solunum, dolaşım, boşaltım ve sindirim fonksiyonları kendisinden habersiz bir şekilde yerine getirilmektedir. Sadece insana ait olan akıl, idrâk, irade, şuur ve daha birçok lâtifeler ise maddî bir organla birebir eşleşmeyen, ancak bu hayvanî fonksiyonların üzerine ekstradan ilâve edilen özellikler olup, bir yönü ile hayvanî fonksiyonlarla birlikte, diğer yönü ile ise doğrudan insan ruhuna bağlı olarak ortaya çıkar.

İşte, sadece hayvanlarda görülen ve bitkilerde olmayan bu fonksiyonları yerine getiren organların merkezleri gövdeye değil, baş dediğiniz sanat harikasındaki özel yerlere yerleştirilmiştir. Görme, işitme, dokunma, tat ve koku alma gibi duyuların ve vücudun hareketlerini kontrol eden hareket merkezlerin başında bulunur. Başında bulunan bu merkezler, beyin denilen, kâinattaki bizim bildiğimiz en kompleks varlığın içine, bütün vücut organlarına hitap eden sinir sistemiyle irtibatlı olarak yerleştirilmiştir. Onun için baş bölgesi çok kıymetli, antika sanatlı mücevherler taşıyan bir antikacı dükkânı gibi her an zarar görebilecek çok hassas bir bölgedir. Ayağınıza batan bir çivi canınızı yakar ama çok büyük bir zarar vermeden açtığı yara tedavi edilir. Baştaki organlara batacak bir çivi ise -Allah korusun- ölümden herhangi bir duyu organının fonksiyonunu yitirmesine kadar çok kötü neticeler doğurabilir.

Buraya kadar yaptığım mukaddimeden de anladığın gibi, baş bölgesi; önce hayvanî fonksiyonların ve bunların üzerine inşa edilen insanî lâtifelerin merkezidir.

Baş bölgesi denince de önce ben akla gelirim, yani: GÖZ. Neden mi? Çünkü şu anda okuduğun satırları ancak benimle görebilirsin, kâinattaki yaratılmış olan bütün güzellikleri ancak benimle temâşa edebilirsin de ondan.

Rabbim, beni yaratıp başındaki iki çukurluk içine yerleştirmeseydi, ne ışıktan, ne renkten, ne böcekten, ne çiçekten, ne gülün, ne de bülbülün güzelliğinden haberdâr olurdun. Ben olmadan adımını atarken bile korkarsın, çünkü bastığın yeri göremezsin. Görmek fiili, ancak benim yardımımla beynine ulaşarak, idrâkine yansır. Allah, beni ve diğer duyu organlarını yaratmasaydı, insanlığın ulaştığı ilim seviyesi de çok gerilerde kalmış olurdu. İlim elde etmenin birinci yolu sağlıklı duyu organlarından geçer. Eşyanın özelliklerini ancak duyu organlarınla tespit edip isimlendirebilir ve bir kalıp hâlinde formüllerle ifade edebilirsin.

Suya şeffaf, elmaya kırmızı, ayvaya sarı, yaprağa yeşil, menekşeye mor diyebilmen için önce bana ihtiyacın var. Yürürken duvara çarpmaman için, anneni, babanı ve arkadaşlarını simalarından tanıman için bana ihtiyacın var. Yemek yerken, su içerken, yazı yazarken, okurken, bana ihtiyacın var. İstersen benim üzerimi örten kapaklarımı on saniye kadar kapat ve karanlık içinde kalarak yolda yürümeye çalış bakalım, ne oluyor?

Çok zor değil mi? İçini bir korku kapladı, ya bir yere çarpar veya düşersem diye. Hasan, şimdi derin bir nefes al, benim kapaklarım kapalı vaziyette iken, Rabbimize çok içten bir şükret. On saniye karanlıkta kalmaya tahammül edemiyorsun, ya hiç aydınlıktan haberin olmasaydı? Arada sırada çeşitli hikmetlere binaen imtihana tâbi tutulan bazı âmâ kardeşlerini bir düşün ve hem onlar için, hem de seni öyle bir imtihana tâbi tutmadığı için, Rabbimize hamd et. Benden mahrum olan kardeşlerine de sabır vermesi için dua et.

Şimdi de yapılışımdaki hususiyetleri ve incelikleri anlatacağım, dikkat et. Çünkü Darwin, Rabbimin üzerimdeki harika sanatlarını görünce, tesadüfen olamıyacağımı, kendi kendime veya şuursuz tabiatın bir eseri olmamın da gayrı mümkün olduğunu anlamış, vicdanı rahatsız olduğu için "beyin ve göz gibi kompleks organların tesadüfen evrimleşmelerini izah edemiyor ve çıldıracak gibi oluyorum" deme zaruretini hissetmiştir.

Yapılışımdaki estetik ve hassasiyet hiçbir optik âlette yoktur; çalışma prensiplerim Rabbimizin ışığa verdiği özelliklere bağlı olan optik kanunlar çerçevesinde cereyan eder. Nitekim benim yapı ve optik prensiplere uygun ölçülerime bakarak; önce basit fotograf makineleri yaptınız, sonra da çok mükemmel kameralar yapmayı başardınız. Ancak sakın fotograf makinelerinizle beni birebir kıyaslamaya kalkışma mahcup olursun. Sizin kameralarınız yanımda çok basit bir oyuncaktan öteye geçemez. İlk yaptığınız körüklü bir ağaç kutudan ibaret, siyah bezle örtülen çok basit fotograf makinesinin icadından, bugün teleobjektifli, dijital, çok kaliteli kameraları yapıncaya kadar 175 senelik bir süre geçti, birçok insan yıllarca çalıştı ve fotograf makinelerinizi belli bir mükemmelliğe getirdi. Şimdi bir kimse basit bir kutu ile mercekten ibaret basit bir makinenin, bugünkü çok kaliteli kameralara kendi kendine evrimleşerek dönüştüğünü iddia edebilir mi? Yüzlerce bilim adamının, ilmî birikimleri ve gayretlerinin birleşmesi neticesinde olan bu iş hiç tesadüfî olaylara verilebilir mi? Aynen bunun gibi, hiçbir yumuşakçanın veya bir böceğin gözü kendi kendine evrimleşip insan gözü hâline gelebilir mi? Tabiî gelemez. Ama bunu daha iyi takdir edebilmen için benim mikroanatomik yapıma biraz dikkat etmen gerekecek.

Küre şeklinde, hem sağlam hem de esnek ve çok tabakadan yapılmış kapalı bir kapsül görünümünde bir yapıya sahibim (Şekil 1). Çapım aşağı yukarı 24 mm yani 2,5 santim kadardır. En dışımda sclera (sert tabaka) adı verilen, yoğun bağ dokusu liflerinden yapılmış çok sağlam bir örtü ile korunurum. Bu tabakanın altında beni besleyen kan damarlarının girdiği ve yaygın bir ağ şebekesi gibi bütün her tarafımı saran choroidea (damar tabaka) bulunur. En içte ise retina veya ağ tabaka olarak isimlendirilen, ışığa hassas asıl alıcılarımın yer aldığı en kıymetli kısım yerleştirilmiştir. Bu tabakalarımın kendi içinde, herbirinin ayrı bir vazifesi olan daha alt tabakaları mevcuttur, fakat fazla uzatmamak için detaylara girmiyorum.

Küre şeklindeki ana gövdemin ön tarafı biraz dışa doğru bombeleşmiş ve aynı zamanda ışığı geçirebilmesi için sert tabakanın ortası saydamlaştırılmıştır (cornea). Bu şeffaf kısım dışındaki gözakı adı verilen önden görülen bütün kısımlar benim kurumamı engelleyen bir mukosa tabakası (conjunktiva) ile örtülüdür. Işınları odaklama için cornea kısmımın dış bükeyliği diğer bölgelerimden daha fazla bombe yapmıştır. Ön taraftaki bu şişkinliğin arkasında küçük bir odacık ve burasını asıl büyük odacıktan ayıran bir mercek bulunur. Mercekle cornea arasındaki ön odacıkta şeffaf bir sıvı ve bana rengimi veren iris ve gözbebeği adını verdiğiniz ortadaki kara delik bulunur. Özel bir kas yapısında olan iris, ortasındaki kara delikten girecek ışığın miktarını ayarlamak için büzülüp genişleyebilen bir perde gibi çalışır. Kuvvetli ışıkta daralarak fazla ışık girmesini ve retinamın tahriş olmasını engeller. Az ışıkta ise çok açılarak daha iyi görme için retinama fazla ışık girmesini sağlar.

Merceğimi askıda tutan bağlar (zonula ciliaris), kirpiksi cisim (corpus ciliare) denilen ve merceğimin şeklini değiştirerek odak uzaklığını gerektiği gibi ayarlayan kas demeti de damar tabakamın ön kısmındadır. Uzağa veya yakına baktığında uyum yaparak odaklamanın doğru olmasını temin eden faktörlerden biri merceğin şekil değiştirerek incelip kalınlaşmasıdır ve bu işi de merceği askıda tutan ve çekip bırakan bağlar sayesinde yapabilirim.

Mercekten sonra asıl büyük odacığım olan ve içi peltemsi saydam bir sıvı ile dolu karanlık oda bulunur. Burayı dolduran peltemsi şeffaf sıvının (humor vitreous) yoğunluğu ve yaptığı basınç sayesinde benim kürevî şeklim daha dayanıklı bir hâl alır. Bu karanlık odanın arka tarafındaki retina tabakamda bulunan ışığa hassas çubuk ve koni şeklinde ışık alıcı hücreler bulunur. Retinamın üzerine sadece ön tarafındaki corneadan ve mercekten geçen ışınların teşkil ettiği görüntü ters olarak düşer. Işığa hassas alıcılarımın en yoğun olduğu bölge (fovea centralis) hafif çukur olup, en net ve iyi görüntü burada oluşur. Burada görüntünün teşkil edilmesi henüz o nesnenin görüldüğü mânâsına gelmez. Görüntünün idrâk edilmesi veya algılanması demek, beyindeki görme merkezindeki bir grup hücrenin uyarılması ile ortaya çıkan bir histir ve biz buna görme diyoruz. Buradaki alıcı hücrelerimde ışık tesiri ile meydana gelen kimyevî ve elektrikî olayların hızı o kadar fazladır ki, aklınız durur. Işık tesiri ile uyarılan alıcılarımdaki elektrik sinyalleri optik sinir (görme siniri) vasıtasıyla beyne iletilir ve asıl görme işi beyinde ortaya konur. Dolayısıyla aslında ben de görme işinde sadece bir vasıtayım.

Çok nazik ve hassas bir organ olduğum için yaratıcım beni senin kafa kemiklerinden oluşan bir çukur içine yerleştirerek korumuştur. Üst çene (maxilla), elmacık (zygomatic), alın kemiğinin taban kısmı (frontale), gözyaşı kemiği (lacrimal), kalbur kemiği (ethmoid) ve sapan kemiklerinden (sphenoid) yapılan bu sağlam kutunun içinde çok emniyetli bir şekilde otururum. Korunma mekanizmalarım sadece bu kadar değil. Ön taraftan gelecek tehlikelere karşı da, üst ve alt göz kapaklarımın (palpebra superior ve inferior) ani durumlarda hemen kapanmasıyla korunurum. Kapaklarımın belli aralıklarla açılıp kapanması sayesinde sizin arabalarınızın cam sileceklerinin çalışması gibi benim saydam tabakamın (cornea) kirlenmesi önlenir. Kapaklarım da öyle basit deri kıvrımları değildir. Çok yoğun bezlerin (meibomian bezler) teşkil ettiği geniş bir salgı sistemi kirpiklerimin iç tarafını devamlı olarak ıslatıp yağlar ve toz toprağı yapıştırıp zararsız hâle getirir. Çok hislendiğin zamanlarda ise burun ile benim aramda bulunan gözyaşı bezlerinin (glandula lacrimalis) ürettiği salgı, gözyaşı kesemi (saccus lacrimalis) doldurduktan sonra iki kanal ile beni çok güzel bir şekilde yıkayarak banyo yaptırırlar. Çok fazla ağladığında gözyaşı kesesinin diğer bir kanalı fazla salgıyı burun içine boşaltır ve böylece buraları da yıkanmış olur.

Bir âlet ne kadar kompleks ve çok parçalı olursa, o kadar çok arızalanma ihtimali olur. Benim de milyonlarca hücrenin birlikte oluşturduğu onlarca parçadan bütünlük içinde bir sistem olarak yaratıldığımı düşünürseniz, her parçamın arıza çıkarması mümkündür. Fakat kudreti sonsuz Rabbim, çok büyük çoğunlukla bizi arıza çıkarmadan milyonlarca insanın kafasında iş görmemiz, onların dünyalarını aydınlatmamız için yerleştirmiş.

Arada sırada acziyetimizi göstermek, gururumuzu kırmak için, Rabbimiz hastalık adı altında bazı hikmetli arızalar ortaya çıkarıyor. Benim de bu şekilde bazı kusurlarım olmuyor değil. Uzak ve yakın görme, ışığı kırma bozuklukları gibi durumları bazı merceklerle düzeltebiliyorsunuz. Fakat retinamdaki çok nazik ışık alıcı hücrelerimin, arızalarının bir çoğunun düzeltilmesi çok zordur. Büyük odamın içindeki sıvının basıncı da çok dengeli olmalıdır. İçimdeki bu sıvının basıncı artarsa şiddetli ağrılar ortaya çıkarırım ve doktorlarınız buna glokom adını veriyorlar. Merceğim şeffaflığını kaybederse katarakt denilen durum meydana gelir. Bunun dışında birçok bakteri ve virüs bende birçok iltihaplı hastalıklar meydana getirebilir, ama senin vücudunun askerleri olan bağışıklık sisteminin hücreleri Allah (cc)'ın izniyle bu mikropların hakkından gelir. Şeker hastalığı, A vitamini eksikliği ve damar sertliği gibi bazı hastalıklar da bana menfî tesir ederek beni bozabilir ve işe yaramaz hâle getirebilir. Bu durumda tabiî ki dünyan kararabilir.

Hasan! Sana belki sayfalar dolusu kendimden bahsedebilirim, fakat bu kadar derin anatomi ve fizyoloji bilgisiyle kafanı karıştırmak istemem. Benim asıl gâyem, bütün organlarını hikmetli şekilde yaratan Rabbimizi unutmaman için, üzerimdeki ince sanatları ve hikmetleri göstererek, seni hayrete, takdire ve şükre sevkedici bir tefekkür gayretine girmene vesile olmak. Muvaffak olabilirsem, ne mutlu bana!